Wednesday, May 15, 2013

Nakba: Felaketin Neresindeyiz? Happy Nakba Day !



Filistinliler için 15 mayıs günü Nakba (felaket) günüdür. Yani Filistin halkının yerinden edilişinin, bir göçmen halk konumuna itilişinin, Filistin topraklarının sömürgeleştirilmesinin ‘yıldönümü’ olarak anılır bu tarih. 1948’de I. Dünya Savaşı’nın sonundan beri Britanya mandası olan Filistin’in %78’i Siyonist güçlerce ele geçirilmiş ve 800 bini aşkın Filistinli yurtlarından sürülmüştü. 1948’den bu yana Filistinliler dünyanın belki de en büyük göçmen halkını oluşturuyor. Toplam on milyonluk Filistin halkının neredeyse %70’i göçmen konumunda. Ancak ‘nakba’ altmış küsürüncü yıldönümü dolayısıyla gündeme gelen bir tarihsel hadise değil sadece. Aslında günümüzde de devam eden ve Filistin’in İsrail devleti tarafından kolonize edilmesi olarak tanımlanabilecek bir süreç.

İsrail’in en büyük başarısı, kendi sömürgeci projesini, yani Filistin topraklarının adım adım işgal ve kolonize edilerek Filistin halkının göçmenliğe mahkûm edilişini bir ‘uluslararası çatışma’ olarak sunabilmesi ve üstelik bunu kabul ettirebilmesidir. Uluslararası basında ve diplomasi çevrelerinde hâkim olan ve popüler ‘sağduyu’ nezdinde fazlasıyla kabul görüp yerleşen bu yaklaşıma göre Filistin meselesi, yani işgal ve kolonizasyon, iki taraflı (İsrail- Filistin) bir uluslararası çatışma ya da ihtilaf (conflict) konusudur. Sorunun çözümü de ancak ‘tarafların’ her ikisini de tatmin edebilecek bir orta yolun, bir optimum çözümün bulunmasıyla mümkün olabilecektir. Böylesi bir ‘çözüm’ anlayışı ise Anglo-Saksonların conflict resolution dedikleri alanın konusunu oluşturur. Çözüme ulaşılabilmesi için iki ‘taraf’ta da ‘aşırıların’ tecrit edilmesi ve ‘ılımlıların’ masaya oturtulması icap eder. Biraz şematize edilmiş gibi görünse de Filistin meselesine yaklaşımın egemen, yerleşik çerçevesi bu minvaldedir.


Filistin’in sömürgeleştirilmesinin bir uluslararası ihtilaf/conflict olarak tanımlanmasıyla artık işgal eden ve edilen değil de ‘taraflar’ vardır sadece, taraflar içinde de ‘şahinler’ ve ‘güvercinler’. Böyle olunca da mağdur ile fail arasında pek bir ayrım ya da fark kalmaz, kalmayınca da saldırganın yol açtığı insani felaketin hesabı pekâlâ saldırıya uğrayana kesilebilir. Zaten İsrail’in Filistinlilere uygulanan şiddeti meşrulaştırmak için onları insandışılaştırıp neredeyse topyekûn bir ‘terörist halk’ olarak algılatmaya çabaladığı ve bunda da hayli başarılı olduğu aşikâr. Filistin meselesinin tarihine ve bugününe dair kendi bütüncül yorumunu böylesine kabul ettirebilmiş olması, İsrail’in uluslararası sistemdeki özgün konumu ve gücüyle alakalı elbette. Yanlış anlaşılmasın: Kastedilen kadir-i mutlak bir ‘İsrail lobisi’nin her yere uzanan kolları değil tabii ki, onun uluslararası sistemdeki pozisyonu. Kırk küsür yıl önce Marksist tarihçi Marcel Liebman, İsrail’in bölgedeki özgün konumunu şöyle tarif ediyordu: “İsrail ve emperyalizm arasındaki ilişki bir birimin kendisi dışındaki bir kategoriyle kurduğu türden bir ilişki değil. İsrail ile emperyalist cephe arasında […] bir ittifak yok. İsrail, zaten emperyalist cephenin içerisinde yer alıyor.”


Oysa Filistin meselesi bir ‘bölgesel çatışma’ ya da ‘uluslararası sorundan’ ibaret değil. Filistin halkının altmış küsür yıldır yaşadığı trajedinin ‘küresel’ bir önemi var. Dünyanın en büyük toplama kampı haline gelen Gazze, Batı Şeria’yı boydan boya kateden duvar, tıpkı işgalcilerin ve işbirlikçilerinin şık Bağdat’ını avam Bağdat’ından ayıran yeşil hat gibi, günümüzün aşırılıklarından ibaret değil. Bunlar olağanlaşan ve adeta kaideyi tayin eden istisnalar. İşgal altındaki Irak’taki yeşil hatlı Bağdat nasıl 21. yüzyılın kapitalist barbarlığının model şehriyse, Guantanamo nasıl model hapishaneyse Filistin de modern savaş ve siyasetin bir modeli adeta.

Hayır, abartı değil. Kurbanların ‘tehdit’, bir ‘güvenlik sorunu’ olarak gösterilmesi, bir halkın bir bütün olarak terörist ilan edilmesi, sivil-asker ayrımını berhava eden askeri yöntemler ve sınırsız savaş perspektifi, oğul Bush ve ekibi daha iktidara gelmeden önce İsrail tarafından işgal edilmiş Filistin topraklarında geliştirilmişti. Bu anlamda Filistin halkına karşı yürütülen savaş, karşısında sınırsız ve önleyici bir savaş sürdürmenin vazgeçilmez olduğu ve tek amacı medeniyeti yıkmak olan ‘barbarlara’ karşı sürdürülen yeni emperyal savaşların bir arketipi sayılmalı.


İsrail, Filistinlilere uygulanan şiddeti meşrulaştırmak için onları insandışılaştırıp adeta bir ‘terörist halk’ olarak algılatmaya çabalıyor. Böylece dünyanın en güçlü beşinci silahlı gücü ve ‘nükleer kulübün’ üyesi İsrail, işgal altındaki silahsız bir halka karşı ‘aktif savunma’, ‘nefsi müdafaa’ ya da ‘hayatta kalma savaşı’ verdiğini iddia edebiliyor. İsrail, George Orwell’in yenikonuş’una rahmet okutuyor neredeyse. Bu anlamda Filistin, her türlü direnişin daha baştan ‘terörizm’ damgasını yemeğe mahkûm edildiği, her türlü toplumsal muhalefetin iç ve dış şer odaklarına ve ‘terörizme’ bağlandığı günümüzün hâkim ‘güvenlik’ ve anti-terör’ ideolojisinin arketipi adeta. İsrail sadece Batı Şeria ve Gazze’yi dev hapishanelere, gettolara dönüştürmekle kalmıyor ülkesini kendi nüfusu için de bir hapishaneye, bir yeraltı sığınağına, Michel Warschawki’nin deyimiyle bir ‘açık mezara’ dönüştürüyor. Filistin, her yanı kameralarla çevrilmiş, her anı ‘vitrinde yaşanan’ çağımızın gözetim toplumunun bir modeli.


Bundan bir müddet evvel dönemin Savunma Bakan Yardımcısı Motan Vilnai eğer militanlar Gazze’den İsrail’e ‘saldırmaya’ devam ederse Gazze halkının bir ‘shoah’ ile karşılaşacağını buyurmuştu. Shoah İbranice’de holokost ya da soykırım için kullanılan kelime. Tarihin belki de en korkunç soykırımına tabi tutulmuş bir halk adına konuştuğunu iddia eden bu şahıs bir başka halkı kitlesel kırımla tehdit ederken sadece kendi ahlaki düşüklüğünü değil, içerisine yuvarlandığımız barbarlık döngüsünü de ortaya koyuyor.

Evet, Filistin 21. yüzyılın kapitalist barbarlığı koşullarında insanlık durumu için bir turnusol testidir. Filistinliler sadece kendilerini özgürleştirmenin yükünü değil, günümüzde insanlığın karşı karşıya olduğu ve yüzsüz iktidarların ‘evrenselcilik’ ve ‘hümanizm’ etiketiyle yaydıkları bütün yanılsamaları berhava etme yükünü de taşımaktalar. Bu anlamda Filistinliler günümüzün ‘dünyanın lanetlileri’dir. Filistinlilerin maruz bırakıldıkları koşullar ve İsrail’in söylem ve eylemi bugüne ‘ışık tutuyor’ o halde.


Filistin’de ya da ‘bölgenin’ diğer köşelerinde yaşananlar bir istisna, geçmiş siyasi ve kültürel çatışmaların fosilleşmiş bir kalıntısı değil, ‘eksik’ ya da ‘geç’ modernleşmenin, geri kalmışlığın, gelenekselliğin, modası geçmiş bir emperyalizmin ürünlerinden bahsetmiyoruz. Filistin, eğer müdahale etmezsek, karşı koymazsak gelecekte bizi bekleyen karanlığın bir ‘müjdecisi’, imdat frenini çekmediğimiz takdirde düşeceğimiz, kıyısında bulunduğumuz uçurum. Filistin her yönüyle sömürgeleştirilmiş, kolonize edilmiş bir geleceğin arketipi. ‘Nakba’nın artık geçmişte kaldığını, ‘geleceğe bakabilmek’ için artık aşılması, geride bırakılması gereken tarihe ait bir hadise olduğunu söyleyenler çok. Filistinlilerin artık bir ‘post-nakba’ döneminde yaşadığını söyleyenlere inat, Filistinlilerin ve onların şahsında bütün insanlığın da nakba, yani felaket çağında, olağanüstü hal altında bulunduğunu haykırmak elzem. İçinden geçtiğimiz felaketin/olağanüstü halin karşısına ancak mankubin’e, yani felakete uğramışlara ait başka, gerçek bir olağanüstü halle, büyük ve heyecan verici bir ütopyayla durabiliriz.


Not: Yakın zamanda İsrail parlamentosu Knesset, Nakba’yı anma etkinliklerine ciddi kısıtlar getiren, neredeyse onları yasaklayan bir yasayı onayladı. İsrail yönetimi her işgalci, her zorba gibi toprağa el koymakla yetinmiyor, insanların kolektif hafızasına da el uzatıyor…