Filistinliler için
15 mayıs günü Nakba (felaket) günüdür. Yani Filistin halkının yerinden
edilişinin, bir göçmen halk konumuna itilişinin, Filistin topraklarının
sömürgeleştirilmesinin ‘yıldönümü’ olarak anılır bu tarih. 1948’de I. Dünya
Savaşı’nın sonundan beri Britanya mandası olan Filistin’in %78’i Siyonist
güçlerce ele geçirilmiş ve 800 bini aşkın Filistinli yurtlarından sürülmüştü.
1948’den bu yana Filistinliler dünyanın belki de en büyük göçmen halkını
oluşturuyor. Toplam on milyonluk Filistin halkının neredeyse %70’i göçmen
konumunda. Ancak ‘nakba’ altmış küsürüncü yıldönümü dolayısıyla gündeme gelen
bir tarihsel hadise değil sadece. Aslında günümüzde de devam eden ve Filistin’in İsrail devleti tarafından
kolonize edilmesi olarak tanımlanabilecek bir süreç.
İsrail’in en büyük
başarısı, kendi sömürgeci projesini, yani Filistin topraklarının adım adım
işgal ve kolonize edilerek Filistin halkının göçmenliğe mahkûm edilişini bir
‘uluslararası çatışma’ olarak sunabilmesi ve üstelik bunu kabul
ettirebilmesidir. Uluslararası basında ve diplomasi çevrelerinde hâkim olan ve
popüler ‘sağduyu’ nezdinde fazlasıyla kabul
görüp yerleşen bu yaklaşıma göre Filistin meselesi, yani işgal ve kolonizasyon,
iki taraflı (İsrail- Filistin) bir uluslararası çatışma ya da ihtilaf
(conflict) konusudur. Sorunun çözümü de ancak ‘tarafların’ her ikisini de
tatmin edebilecek bir orta yolun, bir optimum çözümün bulunmasıyla mümkün
olabilecektir. Böylesi bir ‘çözüm’ anlayışı ise Anglo-Saksonların conflict
resolution dedikleri alanın konusunu oluşturur. Çözüme ulaşılabilmesi için iki
‘taraf’ta da ‘aşırıların’ tecrit edilmesi ve ‘ılımlıların’ masaya oturtulması
icap eder. Biraz şematize edilmiş gibi görünse de Filistin meselesine
yaklaşımın egemen, yerleşik çerçevesi bu minvaldedir.
Filistin’in
sömürgeleştirilmesinin bir uluslararası ihtilaf/conflict olarak tanımlanmasıyla
artık işgal eden
ve edilen değil de ‘taraflar’ vardır sadece, taraflar içinde de ‘şahinler’ ve
‘güvercinler’. Böyle olunca da mağdur ile fail arasında pek bir ayrım ya da
fark kalmaz, kalmayınca da saldırganın yol açtığı insani felaketin hesabı
pekâlâ saldırıya uğrayana kesilebilir. Zaten İsrail’in Filistinlilere uygulanan
şiddeti meşrulaştırmak için onları insandışılaştırıp neredeyse topyekûn bir
‘terörist halk’ olarak algılatmaya çabaladığı ve bunda da hayli başarılı olduğu
aşikâr. Filistin meselesinin tarihine ve bugününe dair kendi bütüncül yorumunu
böylesine kabul
ettirebilmiş olması, İsrail’in uluslararası sistemdeki özgün konumu ve gücüyle
alakalı elbette. Yanlış anlaşılmasın: Kastedilen kadir-i mutlak bir ‘İsrail
lobisi’nin her yere uzanan kolları değil tabii ki, onun uluslararası sistemdeki
pozisyonu. Kırk küsür yıl önce Marksist tarihçi Marcel Liebman, İsrail’in
bölgedeki özgün konumunu şöyle tarif ediyordu: “İsrail ve emperyalizm
arasındaki ilişki bir birimin kendisi dışındaki bir kategoriyle kurduğu türden
bir ilişki değil. İsrail ile emperyalist cephe arasında […] bir ittifak yok.
İsrail, zaten emperyalist cephenin içerisinde yer alıyor.”
Oysa Filistin
meselesi bir ‘bölgesel çatışma’ ya da ‘uluslararası sorundan’ ibaret değil.
Filistin halkının altmış küsür yıldır yaşadığı trajedinin ‘küresel’ bir önemi
var. Dünyanın en büyük toplama kampı haline gelen Gazze, Batı Şeria’yı boydan
boya kateden duvar, tıpkı işgalcilerin ve işbirlikçilerinin şık Bağdat’ını avam
Bağdat’ından ayıran yeşil hat gibi, günümüzün aşırılıklarından ibaret değil.
Bunlar olağanlaşan ve adeta kaideyi tayin eden
istisnalar. İşgal altındaki Irak’taki yeşil hatlı Bağdat nasıl 21. yüzyılın
kapitalist barbarlığının model şehriyse, Guantanamo
nasıl model hapishaneyse Filistin de modern savaş ve siyasetin bir modeli
adeta.
Hayır, abartı
değil. Kurbanların ‘tehdit’, bir ‘güvenlik sorunu’ olarak gösterilmesi, bir
halkın bir bütün olarak terörist ilan edilmesi, sivil-asker ayrımını berhava eden askeri yöntemler ve
sınırsız savaş perspektifi, oğul Bush ve ekibi daha iktidara gelmeden önce
İsrail tarafından işgal edilmiş Filistin topraklarında geliştirilmişti. Bu
anlamda Filistin halkına karşı yürütülen savaş, karşısında sınırsız ve önleyici
bir savaş sürdürmenin vazgeçilmez olduğu ve tek amacı medeniyeti yıkmak olan
‘barbarlara’ karşı sürdürülen yeni emperyal savaşların bir arketipi sayılmalı.
İsrail,
Filistinlilere uygulanan şiddeti meşrulaştırmak için onları insandışılaştırıp
adeta bir ‘terörist halk’ olarak algılatmaya çabalıyor. Böylece dünyanın en
güçlü beşinci silahlı gücü ve ‘nükleer kulübün’ üyesi İsrail, işgal altındaki
silahsız bir halka karşı ‘aktif savunma’, ‘nefsi müdafaa’ ya da ‘hayatta kalma
savaşı’ verdiğini iddia edebiliyor. İsrail, George Orwell’in yenikonuş’una
rahmet okutuyor neredeyse. Bu anlamda Filistin, her türlü direnişin daha baştan
‘terörizm’ damgasını yemeğe mahkûm edildiği, her türlü toplumsal muhalefetin iç
ve dış şer odaklarına ve ‘terörizme’ bağlandığı günümüzün hâkim ‘güvenlik’ ve
anti-terör’ ideolojisinin arketipi adeta. İsrail sadece Batı Şeria ve Gazze’yi
dev hapishanelere, gettolara dönüştürmekle kalmıyor ülkesini kendi nüfusu için
de bir hapishaneye, bir yeraltı sığınağına, Michel Warschawki’nin deyimiyle bir
‘açık mezara’ dönüştürüyor. Filistin, her yanı kameralarla çevrilmiş, her anı
‘vitrinde yaşanan’ çağımızın gözetim toplumunun bir modeli.
Bundan bir müddet
evvel dönemin Savunma Bakan Yardımcısı Motan Vilnai eğer militanlar Gazze’den İsrail’e
‘saldırmaya’ devam ederse Gazze halkının bir ‘shoah’ ile karşılaşacağını
buyurmuştu. Shoah İbranice’de holokost ya da soykırım için kullanılan kelime.
Tarihin belki de en korkunç soykırımına tabi tutulmuş bir halk adına
konuştuğunu iddia eden
bu şahıs bir başka halkı kitlesel kırımla tehdit ederken sadece kendi ahlaki
düşüklüğünü değil, içerisine yuvarlandığımız barbarlık döngüsünü de ortaya
koyuyor.
Evet, Filistin 21.
yüzyılın kapitalist barbarlığı koşullarında insanlık durumu için bir turnusol
testidir. Filistinliler sadece kendilerini özgürleştirmenin yükünü değil,
günümüzde insanlığın karşı karşıya olduğu ve yüzsüz iktidarların
‘evrenselcilik’ ve ‘hümanizm’ etiketiyle yaydıkları bütün yanılsamaları berhava
etme yükünü de taşımaktalar. Bu anlamda Filistinliler günümüzün ‘dünyanın
lanetlileri’dir. Filistinlilerin maruz bırakıldıkları koşullar ve İsrail’in söylem
ve eylemi bugüne ‘ışık tutuyor’ o halde.
Filistin’de ya da
‘bölgenin’ diğer köşelerinde yaşananlar bir istisna, geçmiş siyasi ve kültürel
çatışmaların fosilleşmiş bir kalıntısı değil, ‘eksik’ ya da ‘geç’
modernleşmenin, geri kalmışlığın, gelenekselliğin, modası geçmiş bir
emperyalizmin ürünlerinden bahsetmiyoruz. Filistin, eğer müdahale etmezsek,
karşı koymazsak gelecekte bizi bekleyen karanlığın bir ‘müjdecisi’, imdat
frenini çekmediğimiz takdirde düşeceğimiz, kıyısında bulunduğumuz uçurum. Filistin
her yönüyle sömürgeleştirilmiş, kolonize edilmiş bir geleceğin arketipi.
‘Nakba’nın artık geçmişte kaldığını, ‘geleceğe bakabilmek’ için artık aşılması,
geride bırakılması gereken tarihe ait bir hadise olduğunu söyleyenler çok.
Filistinlilerin artık bir ‘post-nakba’ döneminde yaşadığını söyleyenlere inat,
Filistinlilerin ve onların şahsında bütün insanlığın da nakba, yani felaket
çağında, olağanüstü hal altında bulunduğunu haykırmak elzem. İçinden geçtiğimiz
felaketin/olağanüstü halin karşısına ancak mankubin’e, yani felakete
uğramışlara ait başka, gerçek bir olağanüstü halle, büyük ve heyecan verici bir ütopyayla
durabiliriz.
Not: Yakın zamanda
İsrail parlamentosu Knesset, Nakba’yı anma etkinliklerine ciddi kısıtlar
getiren, neredeyse onları yasaklayan bir yasayı onayladı. İsrail yönetimi her
işgalci, her zorba gibi toprağa el koymakla yetinmiyor, insanların kolektif
hafızasına da el uzatıyor…