Fotoğraf Dergisi araştırması
Fotoğraf Dergisi’nin elinizdeki sayısı için "Türkiye’de Kadın Fotoğrafçı Olmak" başlıklı bir dosya hazırladık. Ancak sanmayın ki; bir dahaki sayıda, "Türkiye’de Erkek Fotoğrafçı Olmak" başlıklı bir dosyayla karşınızda olacağız. Çünkü, kadın yazar veya şair antolojileri, kadın ressamları içeren kitaplar vardır, ancak bunların erkekler için olanları tabii ki yoktur. Çünkü onlar doğuştan şanslıdır!
Bir genetik rastlantı yüzünden yüzyıllardan beri hakları sömürülen, kendileri yok sayılan, sorunları görmezlikten gelinen dünya nüfusunun yarısına, kadınlara; tarihte, tüm dünyada ve tabii ki ülkemizde ne kadar önem gösterildiği hepimizin malumu. Peki sanatın ve özellikle fotoğrafın içinde olmak, bir kadın için ne ifade eder? Türkiye'de kadın fotoğrafçı olmanın avantajları ve dezavantajları nelerdir? Kadın bakışının fotoğrafa getirdiği artılar var mıdır?
Türkiye'nin önde gelen kadın fotoğrafçılarına yönelttiğimiz bu sorular, kadına ve sanata bakış konusunda, karşımıza kadınların farklı görüşlerini içeren bir panorama çıkarttı.
Zeynep Oral, Kadın Olmak, İstanbul 1985.
Laleper Aytek
Dünyaya kadınlar ve erkekler olarak doğar, öyle büyü(tülü)r ve yaşarken, böyle bir ayrım, böyle bir durum hayatın kendisinde ve ilk baştan beri zaten varken, bunun yaptığımız işlere (fotoğraflarımıza, yazılarımıza, şarkılarımıza, sözlerimize, duygularımıza) yansımaması mümkün müdür? Hiç sanmıyorum ve hep bu farklılığı tanımlama, açıklama, ifade etme noktasına gelip tıkandığımızı düşünüyorum. Cevapsız sorular ve eksik düşünceler etrafında dolanıp bir karşılık bulamayınca ve sanki hayatta her sorunun net, tam bir cevabı varmış gibi, bakışımızda ve gözümüzde göz ardı edilemeyecek kadınlık pay(dası)ını; bize fotoğraf çektiren şeyleri başka türlü değil de öyle algılatan, duygularımızı, korkularımızı öyle harekete geçiren ayırt edici bir faktör, bir durum olarak görmüyor, yadsıyor ve fotoğrafın cinsiyetsiz (ya da cinsiyetlerüstü) olduğunu ve öyle üretildiğini söyleyebiliyoruz. Oysa bir fotoğrafı yapan fotoğrafçıdır ve yaparken de cinsiyetsiz değil; kadındır, erkektir ya da kendini nasıl hissettiğidir. Fotoğraf eğer ve ancak fotoğrafçının duygularının, kalbindeki ve aklındaki titreşimlerle kesiştiği yerde oluşuyorsa o zaman fotoğraftır. Fotoğrafın fotoğrafçının cinsiyetinden bütünüyle ayrı, ilgisiz, uzak bir şey olması zordur (ki katılırım; fotoğraflar kendi başlarına da dururlar, sözlerini söylerler ve izleyene fotoğrafçısı olmadan da dokunurlar). Bu düşünceden hareketle, kadın olmamızın (ben’lerimizi yapan diğer pek çok şeyle birlikte) çektiğimiz fotoğraflara, yazdıklarımıza olan etkisini sorgulamamanın ya da üzerine düşünmeyi reddetmenin; geç kalmışlığımızın gerçek nedenlerini görmekten bizleri uzaklaştıracağını düşünüyorum.
Kadının yeri yüzyıllardır hep özel alan, yani ev içleri oldu ve ondan beklenen istenen sadece bu küçük, dar(altıcı) dünyanın rutin işlerini eksiksiz yapmasıydı. Bu süreç kadını giderek silikleştirdi, görünmez kıldı ve kimliksizleştirdi. Kadınların ev içlerinde biriktirdikleri şeyler hayatı, sanatı, dış dünyayı karşılamıyor, kucaklamıyordu. Kısaca, kadınlar hayata ve hayatta olan bitene maruz kal(a)mıyorlardı. Hayatın ancak dışarıdaki dünyaya kapalı olan bölümündeydiler ve çok yalnızdılar. Akılları, duyguları ve ruhları adeta kapatılmış, dört duvar arasına hapsedilmiş, hayattan uzaklaştırılmışlardı. Dışarıda olan, aktif olan erkekti, yaratıcı olan(!!!) ve yapan(!!!) oydu. Ve galiba daha çok dışarıda oldukları için bir iç(e) bakış, bir iç-seyri daha zor yaşıyor ve kendiyle karşılaşmayı belki o kadar da fazla önemsemiyordu. Genele bakmaktan, özel olanı, içerde olanı ve ayrıntıları daha az görüyor olabilirdi. Dünyayı önce ve sadece evinde kurarak yaşayan, yaşamak zorunda bırakılan kadınların bazılarınınsa, böylesi bir dezavantajı, kendiyle karşılaşabilmek, bir iç seyre dönüştürebilmek ve onları daha sonra kendini çoğaltarak ortaya dökmek anlamında, bir avantaja dönüştürebileceklerini, farkında bile olmadan kendine ait birçok şey biriktirmiş olabileceklerini düşünebiliriz. Tüm bu iç birikim ve iç seyrin 18.yüzyıldan sonra öncelikle çeviri, şiir ya da yazın alanında ortaya çıkması normaldi. Çünkü bu alanlarda kadınlar tek başlarına ve evlerinde çalışabiliyorlardı. Ama fotoğraf öyle değil; fotoğraf, mutlaka ya da daha çok evin dışında olmayı, dışarıda çalışmayı, insanlarla, hayatla, tüm olan bitenle karşılaşmayı ve hayata bire bir maruz kalmayı gerektiren, zorlayan bir alan ve bir araç. Ve fotoğraf bence kadını yüzyıllardır seyredilen olandan, seyreden olana, içerden dışarıya taşıyacak güçlü bir araç. Kadınların hemen her alanda olduğu gibi fotoğrafta da bu kadar sonradan var ve görünür olmaya başlamalarının, sayılarının azlığının doğru anlaşılabilmesi ve yorumlanabilmesi için bence önce böylesi bir tarihsel sürecin ve fiziki koşulların gözden geçirilmesi, derinlemesine incelenmesi gerekir, diye düşünüyorum. (...)