Tuesday, March 5, 2013

James Nachtwey: My photographs bear witness



“Bütün kariyerini görünmez olmaya çalışarak geçirmiş biri olarak, böyle bir kalabalığın önünde durmak neredeyse  dünya dışı bir deneyim ile far görmüş geyik arasında bir şey.. bu nedenle sizden TED kurallarından birini ihlal edeceğim için beni bağışlamanızı istiyorum çünkü konuşmamı kağıttan okuyacağım ve konuşmamı bitirmeden önce beni yıldırım çarpmamasını umuyorum.
Beni belgesel fotoğrafçısı olmaya iten bazı fikirlerle başlamak istiyorum. 1960’larda öğrenciydim, sosyal başkaldırı ve sorgulama yıllarında ve kişisel düzeyde benim için idealizmi keşfettiğim zamanlardı. Vietnam’daki savaş bütün hızıyla sürüyordu. İnsan hakları hareketi devam ediyordu ve fotoğrafların benim üzerimde çok güçlü bir etkisi oldu. Siyasi ve askeri liderler bize başka bir şey söylüyordu fotoğrafçıların anlattıkları ise başkaydı. Ben milyonlarca Amerikalı gibi, fotoğrafçılara inandım. Onların fotoğrafları savaşa ve ırkçılığa direnişi besliyordu. Sadece tarihi kaydetmekle kalmıyor, değişmesine de yardımcı oluyorlardı. Fotoğrafları bizim toplumsal hafızamızın parçası haline gelmişti ve hafıza paylaşılan bir vicdan duygusuna dönüştüğünde değişim sadece mümkün hale gelmekle kalmıyor, aynı zamanda kaçınılmaz da oluyordu. Gazetecilik tarafından temsil edilen özgür bilgi akışının özellikle görsel gazeteciliğin, toplumların gözünün önüne siyasi politikaların hem yararlarını hem de maliyetlerini koyabileceğini gördüm. Karar verme süreçlerine katkı koyarak, başarıyı artırabilirdi. Siyasi ataletin ve kötü politikaların önünde aracı olup hasarı ölçen ve davranışlarımızı yeniden değerlendirmemizi isteyen bir şeydi. Mutat haber konularına insancıl bir yüz ekliyordu ve bu olmaksızın tüm konular soyut, ideolojik veya küresel etkisi bakımından anıtsal görünebiliyordu. Gücün koridorlarından çok çok altta, yeryüzünde yaşananlar sıradan vatandaşların başına gelir, tek tek. Ve anladım ki belgesel fotoğrafın olayları onların açısından anlatma yeteneği vardı. Başka hiçbir şekilde ses sahibi olamayacaklara ses veriyordu. Ve bir tepki olarak, bir toplumsal fikri ateşliyor ve halka açık tartışmaya zemin hazırlıyordu. Bu sayede konunun taraflarının gündemi tümüyle kontrol etmesinin ve istedikleri şekilde manipüle etmelerinin önüne geçiyordu. O yıllarda olgunlaşmak şunu gerçek hale getirdi: Özgür bilgi akışı kavramı ve özgür toplumun düzgün işlemesinde kesinlikle hayati önem taşımaktaydı.

Basın kesinlikle ticari bir iştir ve hayatta kalmak için başarılı olmak zorundadır ancak pazar gereksinimleri ile gazetecilik sorumlulukları arasındaki doğru denge bulunmak zorundadır. Toplumun problemleri, bir tanım konulara çözülemez. Daha yüksek düzeyde, basın bir hizmet sektörü öğesidir ve sunduğu hizmet farkındalıktır. Her hikâye bir şeyler satmak zorunda değildir. Bazı şeyleri de vermek gerekir. Benim izlemek istediğim gelenek buydu.

Savaşın içine karışan herkes için olağanüstü yüksek zorluklar yarattığını gördüğümde ve görsel gazeteciliğin çatışma yönetiminde gerçekten bir aktör olabileceğini anladığımda 2001’de, ayaklanma silahlı çatışmaya dönüştüğünde en büyük olaylardan biri Batı Şeria’nın Jenin kasabasındaki Filistin kampının yok edilmesiydi. Politik dünyanın ortak zemin bulamadığı zamanlarda taktik ve karşı-taktiklerin sürekli sürtüşmesi sadece daha çok şüphe, nefret ve intikam duygusu yaratıyor ve şiddet halkasını uzatıyor. 90’larda, Sovyetler’in dağılmasından sonra Yugoslavya etnik sınırı çizgileriyle bölündü ve iç savaş Bosna, Hırvatistan ve Sırbistan arasında başladı. Bu Mostar’da evden eve bir çatışma görüntüsü, komşu komşuya savaşıyor. Bir yatak odası, insanların mahremiyet paylaştıkları yer, hayatın tohumlandığı yer, bir savaş alanı olmuştu. Kuzey Bosna’daki bir cami, Sırp topları tarafından yıkılmıştı ve derme çatma bir morga dönüştürülmüştü.   

Ölü Sırp askerleri çatışmalardan sonra toplanıyor ve savaş esirlerinin takasında veya hayatını kaybeden Bosnalı askerlerin cesetlerinin geri alınmasında koz olarak kullanılıyordu. Burası önceden bir parkmış. Bana yol gösteren Bosnalı asker şimdi tüm arkadaşlarının burada yattığını söyledi. Aynı zamanda Güney Afrika’da, Nelson Mandela hapishaneden salıverildikten sonra, siyah nüfus ırk ayrımına son vermenin son adımını atıyordu. Gazeteci olarak şeylerden biri de öfkemi nasıl kontrol edeceğim gerçeğiydi. Onu kullanmak, enerjisini kanalize etmek, bir şeylere dönüştürmek zorundaydım. Vizyonumu köreltmek yerine, ancak bu açabilirdi. Transkei’de, erkekliğe geçiş törenini izledim. Xhosa kabilesinin. Ergen erkek çocukları, vücutları beyaz çamura bulanmış halde toplumdan kopuk yaşıyorlar birkaç hafta sonra, çamuru yıkayıp erkek olmanın tüm sorumluluklarını alıyorlar. Bu çok eski bir gelenekti ve Güney Afrika’nın yüzünü değiştiren politik mücadeleyi çok iyi özetliyordu.   Soweto’daki çocuklar trambolinde oynuyorlar. Afrika’nın başka bir yerinde açlık vardı. Somali’de, merkezi hükümet çöktü ve klanlar arasında savaş patladı. Çiftçiler topraklarından sürüldü ve ekinler ve stoklardaki bakliyat yok edildi veya çalındı… (...)
http://www.ted.com/talks/james_nachtwey_s_searing_pictures_of_war.html